4P Metamorfoz – Peron, Pugliese, Parker, Piazzolla
Karantina Günlüğü’nden herkese merhaba!
Belki de Türkiye’de askeri darbeleri ve sert yönetim biçimlerini sıkça yaşadığımız için Arjantinlilerle yakınlık hissedebiliyoruz, benzer toplumsal travmalarımız var. Tango’ya yön veren kritik dönemeçler kimi zaman teknik gelişmelerden, kimi zaman da siyasi ve toplumsal değişimlerden geçiyor. Arjantin tarihinde o kadar çok askeri müdahale ve o kadar çok iniş çıkış var ki!
Juan Peron (1895-1974) 1943’teki askeri darbeye karışmıştı. 1946’da ise Justicialist (Adalet(çi)) Parti’yi kurarak demokratik yollarla devlet başkanı seçildi. İşçi sınıfının hakları için mi yoksa oyları için mi savaştığı şüpheli. Popülist söylemleri ve uygulamaları bir süre sonra Arjantin ekonomisine zarar vermeye başladı. Eşi Eva Peron (1919-1952) sayesinde muazzam bir popülariteye ve halk desteğine kavuşmuştu. Tango’nun 1935’te D’Arienzo ile başlayan Golden Age’i bir üst aşamaya geçmiş, daha da yaygınlaşmıştı. Peronların Tango’ya olan sempatileri ve destekleri tartışılmaz. Buenos Aires’in her köşesinde dans edilir olmuş, Tango Arjantin’in ulusal sembolü haline gelmişti. Yeni iktidarın Tango sözlerine müdahaleleri ile sokak ağzının (Lunfardo) ve muhalif düşüncelerin Tangoda dile getirilmesi kısıtlandı, zaten 1941’den itibaren Di Sarli’nin etkisi ile müzikal olarak yavaşlamaya, melodikleşmeye başlayan Tango daha da yumuşak, daha romantik bir kıvama büründü.
Juan Peron eşi Eva Peron’nun 1952’de 33 yaşında vefat etmesi ve ekonominin de kötü gidişi ile bu desteği kısa sürede kaybetti. 1955’te yüksek enflasyonu bahane gösteren asker “Revolucion Libertadora” (Özgürleştiren Devrim) ile hükümete müdahale etti ve 1983’e kadar demokrasi kesintiye uğradı. Peron zamanında destek bulan, gelişen, geniş kitlelere ulaşan Tango 28 yıl boyunca yasaklı hale geldi. Toplanma, yürüyüş, protesto, ifade özgürlüklerine yasaklar ve insan hakları ihlalleri bu 28 yıl boyunca devam etti. Muhalif isimler ve kesimler baskı ve şiddet gördüler. On binlerce insan öldürüldü ve kayboldu. Peron döneminde 600’e ulaşan tango orkestrası sayısı askeri rejim altında 10’a kadar düştü. Arjantinli tango müzisyenlerinin yurtdışına kaçmaları ve orada müzik yapmalarında ve Astor Piazzolla’nın başını çektiği Nuevo Tango’nun gelişmesinde de askeri darbenin etkisi var. Tango müziği Buenos Aires’in milonga salonlarından çıktı ve Avrupa’nın, Amerika’nın konser salonlarına girdi. Dansçılar için değil, dinleyiciler için üretilir oldu.
Eva Peron’u anlatan kısa video.
La Yumba’yı Pugliese 1946’da, Juan Peron’un iktidara geldiği yıl kaydetti. Müziği dinlediğinizde anlayacaksınız; işçinin çekici ile çıkardığı sesi canlandırmaktadır. Pugliese genç yaşında komünist partiye katılmış, yaşam tarzı olarak eşitliği ve adaleti seçmiştir. Popülist olarak değil. 1934-1936 arasında Pedro Laurenz orkestrasında piyano çalmış ve 1936’da da Miguel Calo orkestrasına geçmiş, düşüncelerinden dolayı hapse girmiş, 1939’da çıkar çıkmaz da kendi orkestrasını “Kooperatif” olarak kurmuştu. 1942’de İlk defa radyoda müzik yaptı ve 1943’de ilk stüdyo kaydını gerçekleştirebildi.
Pedro Laurenz Orkestrası Osvaldo Pugliese’nin bestesi 1943’te kaydedilen “Recien”i yorumluyor, vokalde Alberto Podesta var. Martin Maldonado ve Maurizio Ghella’nın 2017’de İsveç Gothenburg’daki performansları.
Pugliese, orkestrası içinde kendini ve enstrümanını eşit konumlamış, sırası gelen her enstrümanın müziğe kendine özgün katılım yapmasına olanak tanımıştır. Kazancı da orkestradaki herkesin çalışma miktarlarına göre paylaştırmıştır. Bunun sonucu olarak da Firpo, Canaro ve D’Arienzo gibi patronlaşmamış ve zenginleşmemiş, onun yerine yıllarca hapiste yatıp ölüm tehditleri almıştır. Pugliese orkestrasında yer alan müzisyenler kendisi ile neredeyse bir ömür çalışmışlar, iyi günde ve kötü günde yoldaşlık yapmışlar, diğer orkestralardaki gibi despotizme ve her an işlerinden olma riskine maruz kalmamışlardır. Bu yüzden de Pugliese’nin müziğinde her enstrümanın değeri, melodiye katılımı daha fazladır. Sadece düzenlemenin başarısından değil, müzisyenlerin birbirlerini çok uzun süredir tanımalarından, ortak değerlerde uzlaşmış olmalarından dolayı da yorumlar başarı ile ve doğallıkla çıkar. Bach her bestesinin performansı sırasında her enstrümanın da değerini teker teker düşünür, kanonlar, yatay ve dikey uyum, armoni konusunda incelikli ve yaşadığı zamanın çok ötesinde hesaplamalar yapar. Pugliese’nin eserleri ise kollektif biçimde çıkar, sadece kendi eseri olmaktan çıkmıştır tüm orkestraya mal olmuştur artık. Orkestrası çalarken kendisi de piyanosunun başına oturur, sadece kafası ile nazikçe “başlayalım” işareti verir, ayağa kalkıp hiyerarşi kurmaz, yönetmez bile. Ve bu şekilde çok tasarlamaya, ince ince aranje etmeye bile gerek kalmadan Bach’ın Fugelerindekine benzeyen kanonlar, kontrpuanlar, modülasyonlar çıkıverir. Rubato tekniğini başarı ile kullanır, metronomdan uzaklaşarak notaları kimi zaman hızlandırır, kimi zaman da yavaşlatır ve orkestrası ile uyum içinde bu hız değişimini gerçekleştirir. Chopin’in romantik müziğindeki tekniktir bu. Arrastre (Sürükleme) tekniği ile ritim vurur; yani vuruş noktasına yaklaşırken ses yükselir. D’Arienzo veya Biagi’nin keskin, anlık, stacato ile güçlendirilmiş vuruşları değil, “ben geliyorum” diyen tarzda vuruşlar. Sonuç olarak romantizmi ve dramatik etkiyi kuvvetlendirir, tutkuyu daha güçlü verir. “Rubato”tekniğine örnek olması için Aaron Rosand’dan Chopin’in C-Sharp Minor Nocturne’ünü dinliyoruz. Hızlanma ve yavaşlamaya ile ve ritim ile oynayarak yaratılan dramatik etkiyi görmemiz için önemli.
La Yumba’nın 1952 kaydında Chicho ve Juana’nın 2017’de Hırvatistan’daki performansları. Chicho La Yumba’nın Rubato özelliğini bedeni ile çok başarılı yansıtıyor, yavaştan hızlıya doğru tam vuruş noktasına kadar bedenini kasıyor ve serbest bırakıyor. Müzikal ifadeyi bedensel harekete dönüştürüyor.
“La Yumba” tüm bu karakteristikleri kendinden toplayan güçlü, Tango’nun müzikal anlamda en devrimci parçalarından. Pugliese 1952 yılında La Yumba’yı tekrar çaldığındaysa çok daha büyük etki uyandırdı. Oysa 1946 yorumundan çok da farklı değildi. 1952’de Eva Peron ölmüştü ve Juan Peron’un popülist yaklaşımının bedelleri verilmeye başlanmış, işçi sınıfı da oyları için iktidar tarafından kullanıldıklarını anlamıştı. Tango’nun Golden Age’i 1952’de mi 1955’te mi bitti sorusunun cevabı tartışma konusu. O 3 yılı isterseniz sola isterseniz sağa kaydırın, çok da değişmiyor. Ama Golden Age’in kapanışı işte böyle oldu, 1955’teki askeri darbeden önce, Tango’nun teknik açıdan da, dramatik açıdan ve temsil ettiği anlamlar açısından da evrilmesi ile…
Julio De Caro ekolünden gelen Tango’da devrimler yapan iki inatçı dev Osvaldo Pugliese (1905-1995) ve Astor Piazzolla’nın (1921-1992) 29 Haziran 1989’da Amsterdam’daki performanslarından bir kesiti izleyeceğiz. İki büyük besteci iki büyük besteyi çalacaklar: Pugliese’nin La Yumba’sını ve Piazzolla’nın Adios Nonino’su. İki parçanın arasındaki geçişte piyanist Gerardo Gandini’nin doğaçlamayı uzatması Pugliese’nin canını sıkıyor ve Piazzolla’nın da gülmesine neden oluyor. Gandini farkında değil.
Tango’nun Golden Age’i bitip de yerine Geçiş Dönemi’nin başlaması dansın kaderini değiştirmiş olabilir. Ama müzik açısından bambaşka gelişmeler yaşandı. Yurtdışına isteyerek ya da istemeyerek giden Arjantnli müzisyenler Tango’yu dünyaya tanıttılar ve Tango daha dramatik karakterleri olan konser müziğine dönüşmeye başladı. Astor Piazzolla ise Arjantin Tango müziğinin Arjantin dışındaki öncüsü gibiydi, diğer müzisyenlerin de önünü açmış oldu.
Piazzolla’nın klasik müzikle de Jazz müzik ile de bağları o kadar güçlü ki, hangi parçasına dinlersek bir ilişki yakalıyoruz. Avrupa’nın kültürel mirasını da Amerikalar’ın göç trajedilerini de, Afrika’nın kölelik ve özgürleşme arasındaki süreçleri de sanatında buluşturuyor. Hakkında daha çok yeni konuştuğumuz Libertango’ya bakalım. Johann Sebastian Bach’ın (1685-1750) G Minor Piano bestesi. İfadeye güç katabileceğini düşündüğüm için dans içeren bir video paylaşmak istedim.
Bir de Libertango’nun orjinaline, Piazzolla tarafından 1974’te İtalya, Milan’da kaydedilmiş.
Antonio Lucio Vivaldi’nin (1678-1741) “Dört Mevsim”i, Nigel Kennedy ve İngiliz Oda Orkestrası beraber çalıyorlar.
Astor Piazzolla’dan “Buenos Aires’in Dört Mevsimi”. Piazzolla 1965 ile 1970 arasında 5 yılda tamamlayabilmiş. Vivaldi ile de bağ kurmak ve bugüne köprü olmak istemiş.
Bu olanlarla ilgili olduğunu düşündüğüm bir görseli de sizinle paylaşmak isterim. Pop Art akımının öncüsü Andy Warhol’un (1928-1987) kol ve çekici. “Ben sizin emeğinizi de Markalaştırırım ve süpermarket rafında tüketiciye satar, cebimi doldururum!” der gibi. Peron’un popülist biçimde çalışan sınıftan yana olması buna benziyor işte. Hemen yanındaki ise Jean-Michel Basquiat (1960-1988) tarafından yapılmış. Arm&Hammer (Kol ve çekiç) markasının üzerini karalamış, içine Charlie Parker’ı (1920-1955) taşımış, saksafonu sınırların dışına taşımış, özgürleştirmiş; “Liberty” (Özgürlük) 1955 yazıyor. Parker’ın melodileri sınırları aşıyor. Sınır ötesindeki mavi yuvarlaklar Parker’ın melodilerinin gökyüzüne ait, dumanlı, rüyamsı, uçuşkan, tutulamaz karakterini yansıtıyor.
Charlie Parker Astor Piazzolla’dan sadece 1 yaş büyük ve kısa yaşamında ürettiği müzik ile kalıpları yıkmak, özgürce müzik yapmak konusunda yeni nesil Jazz müzisyenlerinin öncüsü oldu. Ailesinin tek çocuğuydu. Babası piyanist ve dansçı olmasına rağmen demiryollarında çalışmaktaydı. Parker onbir yaşında saksafon çalmaya başladı. Müzik yapmak için liseyi terk etti. 1939’da müzik kariyeri yapmak için New York’a gitti ama ilk olarak bir restoranda bulaşıkçılık yaptı. Çalıştığı restoranın piyanistinden öğrendiği melodiler ve armonik bilgiler ile aydınlandı ve bu sayede Jazz müziğinde devrim sayılacak değişikliklerin öncüsü oldu. Akorlar ve melodiler arasında hızlı geçişler yapabiliyor ve enstrümanının tonları ve sesin rengi ile çok ustaca oynayabiliyordu. Bununla birlikte çok yüksek miktarda alkol ve eroin kullanmaya başlamış ve bağımlı olmuştu. Madde bağımlılığı onun bilinçaltına inmesinde ve sınırları aşmasında yardımcı olmuş olabilir. Ama maalesef erken yaşta hayatına mal oldu, 1955’te otuzdört yaşında vefat etti. Aşağıda Charlie Parker ve Dizzy Gillespie’nin beraber ödül aldıkları gece yaptıkları performanstan bir kesit izleyeceğiz. Parker’a eklemek istediğiniz bir şey var mı diye soruyorlar. “Music speaks louder than words.” diye cevaplıyor. (Müzik sözlerden daha yüksek sesle konuşur!) Astor Piazzolla tüm bu süreçlerin içinden geçti, Jazz müziği ve müzisyenleri yaptıkları korkusuz denemeler, sınırları zorlayışları, zincirleri kırmaları Piazzolla için örnek teşkil ediyordu. Piazzolla’nın müzikte yaptığı şey teknik bir değişiklikten çok öteydi. Piazzolla bir karar verdi, “Tavır” aldı, sonra yürüdü ve sonra da koştu.
Jean-Michel Basquiat yarı Haiti yarı Puerto Rico’lu bir aileden geliyor ve sanat eğitimi bile olmaksızın yaptığı duvar resimleri ile New York’da inanılmaz ünleniyor. Çok dilli bir çevrede yetişmiş ve farklı kültürlerden etkilenmiş. 1988’de 27 yaşında overdosedan ölüyor, Charlie Parker gibi o da uyuşturucu bağımlısı. Ölümünden çok sonra bir resmi 110 milyon dolara satılıyor. Özgürlük, acı, şiddet, öfke, adaletsizlik gibi temaları resimlerine başarılı bir şekilde taşımış, ama nasıl olduysa Andy Warhol gibi bir Pop Art sanatçısı ile de arkadaş olmuş ve üretim yapmış. Astor Piazzolla’nın da New York’da çok dilli ve farklı kültürlerden insanların olduğu alt sınıf bir çevrede ve göçmenlerin çok olduğu bir mahallede yaşadığını söylemiştik. Nuevo’nun ortaya çıkmasına neden olan tarihsel gelişimlerin ve etkileşimlerin önemli bir kısmı işte burada ortak çevrede kesişiyor. İçinde karşı duruşlar ve çatışmalar da, işbirlikleri ve uzlaşma arayışları da var. Belki ekonomik ve politik olarak birşeyler hızlıca değişmiyor, ama sanat yolu ile ezilen kesim de varolmayı sürdürüyor, direnmeye devam ediyor, sanatsal üretim ile nefes alıyor, vücut buluyor. Sanatçılar hayat buldukları çevrenin duygularını büyülü bir biçimde sanat eserlerine dönüştürüyorlar. Geçmişi ve bugünü birleştiriyorlar ve birbirleri ile de etkileşim halindeler. Aşağıdaki poster Andy Warhol ile Jean-Michel Basquiat’ın karşılaşmalarını mizahlaştırıyor. Birbirinden uzak ve çatışma halindeki kesimlerin buluşması. Siyah ile beyaz’ın, ezen ile ezilenin, zengin ile fakirin, yerleşik olan ile göç edenin, güçlü ile zayıfın.
Basquiat’ın 1982’de yaptığı tablo “Untitled” (Kendisi isimsiz dese de sonradan “The Skull” olarak sanat çevresinde adlandırılmış) 2017’de müzayedede 110 milyon dolara alıcı buluyor. Piazzolla gibi New York’un arka mahallelerinde göçmenlerin yoğun olduğu, sosyal adaletsizliklerle ezilen bir çevrede büyüyen ve Jazz müziği ile nefes alan Basquiat’ın tepkisini ve direnişini anlatıyor. Basquiat hikayesini, dramını, trajedisini semboller yolu ile resme taşıyor. Tüm hayat enerjisini resme koyuyor, “Ben varım, ben buyum, güçlüyüm ve işte buradayım!” diyor.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere!
Aren Leon